“Yozlaşan Liberalizm Değil, Kapitalizm...”
“Yozlaşan liberalizm değil, kapitalizm...”
Kavramları birbirine karıştırdıkça meselenin özünden uzaklaşıyoruz. Bu sebeple aklımdaki düşünce balonlarını düzene koyarak, bir akıl yürütmesi yapmaya karar verdim. Ve başlıyorum: Bir ülkede bankacılık sisteminin varlığı, o ülkede yaşanan olumsuzlukların düzeleceği anlamına gelmiyor maalesef. Eğer hukuki, sosyal ve siyasal yapının yanında alışkanlıklar da gelişmenin önünde engel ise bankalar ve banka harici finans kurumlarının varlığı; yaşanan olumsuzlukları hafifletmez. Aksine bazen ağırlaştırabilir. 2001 bankacılık krizi ile ABD, Güney Kore ve Tayvan'daki örnekler hep göz önünde bulundurulmalı. Geçtiğimiz dönemde devasa bankaların bile çöküşüyle krizin ciddi boyutlara ulaştığını, kredi ihtiyacının karşılanamaması sebebiyle reel sektörün çok ciddi tehlikelere maruz kaldığını gördük. Bu tip gelişmeler birçok ülkede iktidar değişikliklerine bile yol açtı.
Demek ki bankacılık ne başlı başına sorunların sebebi ne de ülkelerdeki yapısal hastalıkların ilacı durumunda. Görevi fon arz edenlerle fon talep edenleri buluşturmak olan finans kurumlarının, genel yozlaşmaya katkısı, diğer sektörlerden daha az ya da fazla değil. Ancak bankalar ve finans kurumları olmadan yozlaşma çarkının hızlı dönmeyeceği de kesin. Ne de olsa bu kurumlar paranın idaresini gerçekleştirmektedir. Para da her şeyi idare etmektedir. Her şeyi idare edeni idare etmek başlı başına riskli bir durumdur. Düzenleyici otoritelerin sorumluluğunun büyüklüğü buradan anlaşılıyor.
Bankaların işlevi mevduat sahibinden tasarrufunu alıp reel sektöre yani iş kurmak ya da yapmak isteyenlere vermek iken bir anda devlet hazinesini fonlayan bir hale gelebiliyorlar. Devletin önerdiği faiz hem tatminkâr hem de garantili olduğundan, 'Vatandaştan al-devlete ver' sistemi birçok örnekte olduğu gibi sonra bankacılığın pozitif yaratıcılığını en düşük seviyeye indiriveriyor. Bazen bankalar sermayelerini devlet iç borçlanma senetlerinde değerlendirmeye bile başlıyorlar. Bu durum sonraları bazılarının tarihe karışması sonucunu da doğuruyor. Devletler batmaz ama müesseseler batabilir. Buradan da anlaşıldığı gibi yozlaşmak için uygun ortamı yaratan bankalardan çok düzenleyici otoritelerdir. Bankaların ve finansal kurumların kamuyu beslemesi yanında bir başka tehlike de sıcak paradır, diyebilirim.
1980'lerdeki “Finansal Serbestlik Akımı” sonrası hem mal hem de sermaye trafiğini rahatlatmak için sınırlarını kaldıran ülkelerde cari açık, kronik ve yapısal hale gelirken yüksek faiz nedeniyle gelen portföy sermayesi giderek daha fazla bağımlılık yaratmaya başladı. Yani üretmek için ithal etmeye mecbur olunan mal ve hizmetlerden kaynaklanan dış açığı, her an ülkeden çıkıp gidecek bir kaynakla finanse etmek gibi bir yanlışa gidildi. Bu tehdit nedeniyle nominal faizler inse de reel faiz hep tatminkâr kaldı. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu girdikleri faiz yarışında yorgun düştüler. Latin Amerika ülkelerinde sayısız defa krizler ortaya çıktı, Rusya ve Asya'da da ciddi darboğazlar meydana geldi.
Genelde ülkeler aldıkları borcu, bir gün tamamını ödemek amacıyla almazlar. Belki 30-40 yıl önceki motif 'borçları ödemek' olsa da, bugün hiçbir ülke sonunda ödemek için borçlanmamaktadır. Bunun nedeni borç sarmalının büyüklüğü kadar, borç verenin böyle bir talepte bulunmamasıdır. Çünkü önemli olan faiz kazancıdır ve ana para dönüp bakılmayacak kadar önemsizleşmiştir. Geçmişten günümüze gelene kadar ödenen faizlerin toplamı borcun ana parasını çoktan geride bırakmış durumdadır.
“DEVLET İLE HÜKÜMET AYNI ŞEY DEĞİL”
Gelişmekte olan ülkelerin sermaye piyasaları kurulup organize oldukça, borçlanma pazarı daha da genişledi. Bugün bono-tahvil piyasasında en çok işlem gören ülkelerin başında Brezilya ve Türkiye gelmektedir. Bunun nedeni alıcı ve satıcıların yarattığı hacim kadar, her iki ülkenin iç borcunun mutlak rakam olarak büyük olmasıdır. Borçlanma piyasasının likit ve derin olması bir yandan yatırımcıya cazibeli gelirken, diğer yandan parasını hızla dövize çevirip piyasadan çıkmasına da yardımcı olmaktadır. Aslında hepimiz biliyoruz ki, büyüme ve kalkınmanın en önemli anahtarı kişisel tasarruflardır. Ancak gelişen ülkelerdeki tasarruf açığı çare olarak bankacılık ve finans kurumlarını yaratmış, sermaye piyasalarının kurulmasına yardımcı olmuş, finans enstrümanlarının ikinci el piyasasını işlevsel hale getirmiştir. Ulusal tasarrufların yetersizliği, yatırımlar için finansmanın yurt dışından gelen kaynağa bel bağlanmasını gerektirmiştir. Asıl dengesizlik işte burada başlamaktadır.
Bugün liberal sistem eleştirisi başlığı altında aslında kapitalizm eleştiriliyor. Aslında kapitalizmi yıkmanın kolay olmadığı düşünüldüğü için 'eşit haklarla özgür iş yapma' anlamına gelen liberalizme yüklenerek oldukça yanlış bir doğrultuda gidiliyor desem yanlış olmaz.